Tadımlık | Roman


Nazlı Eylül

Naz, kökleri yeniden süren ağaçlar

(Eylül Naz’a sığınışını anlatıyor)


Naz beni gördüğüne inanamıyor. Önce onun şaşkınlığını sonra da sivrilmiş, büyümüş karnını görüyorum. Her zamanki gibi çok güzel. O bakınca insanın içine mutluluk veren, aydınlık saçan güzellerden. Onda Selma ablanın inceliği, sessizliği, Hüseyin abinin taşkınlıkları hoş görmeyen neşesi var.

Ona sarılmak değil uzun uzun bakmak istiyorum. Uzun kumral saçlarına uzanıp okşuyorum.

“Delisin sen!”

“Kimse senin kadar güzel değil!”

Sarılıyoruz. Yalnızca göbeği büyümüş anlaşılan, omuzları kolları hala narin.

İçeri giriyoruz.

Ronald kapıyı duymamış, uyuyormuş. Ne kötü isim değil mi, katur kutur bir Amerikalı adı. En iyisi Ron diyelim, herkes öyle çağırıyor. Ben ona Ron değil Ronald deyince Naz kızıyor, aslında şirin oğlan ama Amerika’lı olunca baştan yüz puan düşüyor.

Bebeğin odasını hazırlamaya başlamışlar. Bir yandan bütün evi boyuyormuş Ron, yorgunluktan canı çıkıyormuş.

“Yine de karnında sürekli büyüyen bir şişlikle yaşamak kadar zor olmasa gerek!”

“O şişliğe bebek deniyor! Ama emperyalist düzenin başarılı iş kadınları böyle şeyleri anlamazlar.”

Beni bir çırpıda özetliyor Naz. Küresel bir şirkette çok çalışıyorum. Bir imparatorluk ordusunda asker olmakla aynı şey. İnsana, yaşama dair güzelliklerden yoksunum. Ne bir şeylere isyan ediyorum ne de yaşamı çoğaltıyorum. Bir anne de değilim.

şehir benim gibilerle dolu biliyorum. Başkalarını bilmem ama ben, bendeki eksikliğin ayrımındayım. Gene de ne değiştirebiliyor ne de kabul edebiliyorum.

“İtiraf edeyim mi? Kıskanıyorum Naz. Anne olan herkesi kıskanıyorum. Sevgilisi, sevgi dolu ilişkisi olan insanlar bana yalnızlığımın iğne gibi batmasına neden oluyor. Öyle bir hale geldim ki…. Hayatta hiçbir şeyin birisini sevmek, ona özen göstermek, onunla büyüyüp olgunlaşıp dünyayı onunla gözlemlemek kadar önemli olmadığını düşünüyorum. Hem de hiçbir şey daha önemli değil. Hiçbir başka düşüm yok. Kalmadı.”

“Bütün gece direksiyon salladın. Gel yatağını yapalım, biraz uyu. Sonra bana derdini anlat. Hemen dökülme böyle.”

Zehirimi hemen akıtmak istiyorum. Naz’a bunun için geldim. O benim tüm geçmişimden geride kalan tek yakınım. Kardeşim gibi. Ortaokulda tanıştık, hiç ayrılmadık bir daha. Hafta sonları birlikte uyuduk. Cuma günü ya o bize gelir ya ben onlara giderdim. Lisede aynı oğlana aşık olup çok kavga ettik ama hiç ayrılmadık. Ha… Oğlan kıvır kıvır saçları olan bir kuzey Afrikalıydı, adı Abdullah’dı. Aslında Naz’a ilgi gösteriyordu. Onu, ülkesinde resmi dilin Fransızca mı olduğunu sorarak sinirlendiriyordum.

Naz… Sana derdimi özlemlerimi, korkularımı allamadan pullamadan anlatabilirim… Sonra pişman olmadan. Beni üstümdeki tüm çamurlar ruhumdaki tüm deliklerle biliyorsun zaten. Söylediğim her şeyi ciddiye almıyorsun. Hep neyi ciddiye alıyorsan onu alıyorsun. Kendi kanıların var yaşama ilişkin, beni anlamak için onları değiştirmeye gerek duymazsın, beni yalnızca anlarsın.

“Uyuyamam Naz. Kaç gündür uyuyamıyorum.”

“Gözlerinin altı çökmüş zaten. O kadar yol gelmek yerine niye telefon etmedin?”

“Yanında olmak istedim. Anlatmakla çözümlenmez benim dertlerim, kendime yavaş yavaş gelebilirim. Gelebilirsem eğer.”

“Önce gir bir duş al. Ben sana bir bardak süt ısıtayım. Sonra ameliyata başlarız.”

Naz kokan pijamalarla konuk odasındaki yatağa giriyorum.

“Birazdan İnci uyanır. Seni görünce çok sevinecek. Ona bir şey getirdin mi? Sakın çikolata verme. Bu sıralar bir dadandı. şeker çikolata şeker… Başka bir şey yemiyor.”

“İnci’ye elbise aldım, rengarenk bir külotlu çorap, tokalar. Bir sürü toka… Çiçek toka, kelebek toka, böcek toka…”

“Bayılacak! Çikolata almadığın için çok sevindim. Bana ne aldın peki?”

“Sana kendimi getirdim Naz, dertlerimi….”

“Hadi dökül o zaman.”

Donuyorum birden. Koca bir boşluk içimde. Derdim ne! Ne!

“Hayatımda hiçbir şey sakin, güzel, yumuşak gitmiyor. Tam bir şeyler iyi gider gibi oluyor, sonra acayipleşiyor. Ben böyle yaşamak istemiyorum. Hep değişen, insana hep başka türlü davranan bir hayat istemiyorum.”

“Neler oldu güzelim, yorum yapmayı bırak. Neler oldu?”

Ona Angelo’dan sözediyorum. Tam içime tatlı sızılar veren bir arkadaş bulmuştum ki diyorum… Başka birisi çıktı, bana kılıç çekti.

“Yorum yapmayı bırak Eylül, ne oldu?”

Anlatıyorum. Naz gülümsüyor. “Bu kadar mı?”

“Daha ne olacak?”

“Aşık mısın değil misin?”

“Bilmiyorum.”

“Niye geldin o zaman, kalıp da anlasaydın ya!”

“Korktum. Ya Annika’ya da bana davrandığı gibi davranıyorsa… Ya ikimizi de idare etmek istiyorsa… Ya bir gecelik bir ilişki ise tüm istediği beklediği…”

“İyi!” diyor Naz. “Peki. Ben mi sana söyleyeceğim bu oğlanın kimi nasıl istediğini…”

Hırsla arkamı dönüp ağlıyorum. “Çok kötü davranıyorsun bana.”

“Sürekli kaçıyorsun Eylül. Birisi sana yakınlaşıyor. Hemen korkmaya başlıyorsun. Ya şöyle olursa ya böyle olursa. Bırak ne olacaksa olsun. Kendini sevilmeye bırak. İstenilmeye ya da reddedilmeye… Bir kere dene!”

Burnumu çekerek deneyemem diyorum. “Denemeyeceğim. Daha önce çok denedim. Sezgilerime güvenmiyorum artık.”

“Hadi sütünü iç. Neye benziyor bu oğlan?”

“Akdenizli işte… Esmer değil, kumral. Çok utangaç, tanıyana kadar. Sonra çok sıcak kanlı, şamatacının teki. Naz, bana Eylül diyor. Gerçekten, Ey-lül! Doğru olarak.”

“Haklısın. Bu insanı çok mutlu edecek bir şey. Sevdiğin adını doğru söyleyebilen insandır.”

İkimiz de aynı şeyleri anlıyoruz bundan. Yurdun adının doğru söylendiği yerdir. Naz’a nez, Eylül’e iyla denen yer değil. Ya da Özgür’e Ozga … Ama öyle bile olsa başka yurdun yoksa yurdun sana her şeye karşın birilerinin nez ya da iyla dedikleri yerdir. Ama bir gün sen de adının nez ya da iyla olduğunu söylemeye başlarsan yurtsuz kalmışsın demektir. Çünkü yurt neysen o olmak için direndiğin yerdir aslında.

“Grek ha? Aferin. Sen de Türk koca bulamadın.”

“Ben hiç değilse aradım, istedim!”

Kızgın bir yüzle bakıyor bana. Sonra gülmeye başlıyor. “Annemin haberi var mı?”

“Ya Naz, sen neden söz ediyorsun? Ortada bir şey yok ki.. Arkadaşız biz yalnızca.”

Omuzlarını silkiyor Naz.

“İyi! Öyle olsun. İki gün dinlen burada. Sonra geri gidip ne olduğunu anlarsın. Korkacak bir şey yok. Ben de sahiden kötü bir şey oldu sanmıştım. Annika sana kendi duygularını anlaman için şans vermiş. Sen de şoka girmişsin. Aşk böyle bir şey işte. İsteyince aşık olunmuyor ama istemesen de olabiliyorsun.”

Yanıma uzanıyor, bir elini başının altına koyuyor. “Tekme atıyor bak. bu İnci’den daha edepsiz olacak. Hiç durmuyor. Sürekli dönüyor.”

Karnındaki dalgalanmaları izliyorum. Sonra göbek deliğinin tam üstünde bir yumru beliriyor. Kafası herhalde diyor. Elimi koyuyorum üstüne. Bu çok olağanüstü, orada bir yaşam oluşuyor, onu kim bilir neler bekliyor?

Uykum geliyor. Naz’ın koynunda uykuya dalıyorum.

Öğleye doğru minik parmakların dürtüşü ile uyanıyorum. “İyla… Kalk İyla…”

Çekik gözlü minik İnci kollarını boynuma doluyor. Yeni yıkanmış misler gibi kokuyor. Canım, diyorum, sana ne güzel tokalar aldım, hadi saçlarını tarayalım.

İnci’nin gözleri böyle çekik, çünkü babaannesi Japon. Ron da çekiciliğini bu melezliğinden alıyor. Babası Alman kökenli annesi uzak doğulu olunca ortaya ne çıkacağı belli olmuyor, bir de Türk kanı girince işin içine İnci oluyor işte.

Akşama kadar İnci’yle oynuyoruz. Herkes çok memnun halinden. Ben de öyle. İçimden çıkıp gitmeye başladı gönül kırıklıklarım. Angelo gözümün önüne gelmiyor. Annika’yı anımsamıyorum. İçimde bir sıkıntı var ama artık sızlamıyorum. Akşam İnci’yle uyuyakalıyorum. Ertesi gün İnci’nin yatak odasının boyanma sırası gelmiş. Odalardan eşyaları dışarı taşıyoruz. Ron’la. Sonra boyaya başlıyoruz. Ailemizin boya günü. Herkesin elinde bir fırça. Naz verandada, pencerenin önünde oturup örgü örüyor. Kızıl sakız ağacının yaprakları dalgalanıyor tatlı bir esintiyle. Fırında kurabiye kokusu geliyor. Hava nasıl aydınlık nasıl güneşli… İnci bir duvarın alt kısmına resim yapıyor. Ben bir duvara mavi renk atıyorum, Ron başka bir duvara pembe.

“Oğlana isim bulamıyoruz bir türlü.” diyor Naz. “Deniz koysak olur mu?”

“Olur. İnci ile Deniz iyi gider. Ben zaten fikrimi değiştirdim. Oğlum olursa Alparslan ya da Fatih koyacağım. Ya da Osman.”

“Onlar da ne?” şaşkınlıkla soruyor Ron.

“Ne değil, kim! Biri Anadolu’yu Doğu Roma’dan aldı, biri İstanbul’u. Diğeri de altı yüz yıl dünyaya hükmeden bir imparatorluğun büyükbabası.”

“Bir Grek’e aşık da bizim kız”, diyor Naz. “Aşkla öfke arasında gidip geliyor. Çamurlaşıyor böyle. Eskiden daha kötüydü, ağzı bozuktu bir de! Erkek çocukları gibi küfrederdi. Okulun en çalışkan öğrencisi olduğuna kimse inanmazdı. Serserilerle arkadaşlık eder, kıyı köşede onlarla sigara içerdi.”

Ron şaşkınlık içinde bana bakıyor. “Ne kadar hanım görünüyorsun!”

Bu bir soru mu düş kırıklığı mı ya da onay mı anlamıyorum. Hangisi olduğu çok önemli değil. Hala serserilerle arkadaşlık etme yeteneğine sahibim. Hatta sanırım yüzümde yalnızca serserilerle, delilerin görebildiği bir yazı var, sizden biri onunla konuşabilirsiniz diyor, hem de büyük harflerle. Sabahları otomatik bilet makineleri, telefon kutuları, içecek makinelerinden unutulmuş bozuk paralarla, çöp kutularından teneke kutuları toplayan, kimseye pas vermeyen serseriler bana selam verip iyi işler diler. Her gün karşıma mutlaka bir deli çıkar. Beş ay sonra yeni yılımı kutlar biri, iyi paskalya diler ya da yanıma oturup tekno müziklerdeki sinir bozucu ritimler gibi sürekli kendi kendine küfreder, arada susar bana bakıp gülümserken.

Artık küfretmiyorum. Kimseye istemediği cinsel ilişkiler dilemiyorum. Babam yaptığım her şeyi kabul edeceğini ama insanlar için böyle dileklerde bulunmamı ya da dilemesem de dillendirmemi bağışlamayacağını söyledi. Bir gün çok ciddi, çok kızgın, çok üzgün gözlerle… Kızdın mı, duygularını söyle, çekinme, korkma, düşüncelerini söyle ama asla insanlar için cinsel taciz dileme, onlara olmadıkları şeyleri söyleme, demişti. Lise sondaydım. Dilime yapışmıştı sözcük, herkese siktir çekiyordum. Babamın sözleri mi bakışları mı onu ilk kez böyle öfkeli görmem mi etkili olmuştu bilmiyorum. Bir daha hiç küfredememiştim. Sözcük beynimde belirmeye başlar başlamaz uçup gidiyor, yalnızca dillendirememek değil düşüncemde bile oluşturamıyordum. Ben, Eylül artık hiç küfretmiyorum. Yalnızca eşek ya da domuz deme keyfiyetim var. Ama onu da sevdiklerime, Türk’seler eşek, yabancıysalar domuzcuk diyerek kullanıyorum…

Sanırım birden korkuya kapılıyor Ron.

“Biz niye Deniz koyuyoruz peki, o ne yaptı?”

“Devrimciydi! Komünistti!”

“İyi” diyor Ron rahatlamış. “Biz de muhalifiz.” Sonra Naz’a sesleniyor. “Sen de komünist miydin canım?”

“Evet”, diyor Naz. “Ve insancılım.”

“Ben o yüzden ordudan ayrıldım değil mi?”

“Evet sevgilim.”

“Kızın ismini doğru koyduk mu acaba?” diye bana dönüyor Ron.

Burada bir haksızlık olduğu kesin. İnci çok hoş isim de, arkasında güçlü bir mesajı yok. Biz kadınların olması gerektiği gibi, sevimli, hoş, iddiasız, zararsız. Arkasında güçlü bir mesajı olan bir kadın ismi yok.

“İnci’yi doğru yetiştirirsen yani sıkı bir devrimci olarak, çünkü biliyorsun dünyanın bu genç isyancılara çok ihtiyacı var, eh o zaman gerçekten de çok doğru bir seçimdi diyebiliriz. O zaman başka insanlar bizim İnci’mizden sonra çocuklarına İnci demeye başlarlar.”

İnci şimdilik kelebeğe daha çok benzeyen çiçekler yapıyor, altlarına annesinin babasının adını, kendi adını yazıyor, onlar da kelebeğe benziyor.

“Ron, sen neye muhalifsin?”

“Savaşlara ve küreselleşmeye….”

“Nasıl asker oldun peki?”

“Annemin zoruyla. O bir komutan kızı. Askerlik geleneği ailemizde var, senin de asker olman gerek diye tutturmuştu. Onur, cesaret, özveri, güç, vatanseverlik bunlar çok etkileyici kavramlar, insanın aklını başından alıyor. Ama içini istedikleri gibi doldurabiliyorlar. Ben çok yavaş anladım ama anladım. Gerçek cesaret aptalca emirlere karşı durabilmek. Onur ve güç, üstündekilerin söyledikleri yalanların arkasındakileri görebilmekten geçiyor. Vatanseverlik yalan. İnsan severlik önemli olan. Bir insanı öldürdükten sonra ömrümün kalanını nasıl rahat uyuyarak geçirebilirim diye düşünüyordum. Çünkü düşmanlarımı düşman olarak görebilme yeteneğim yoktu. Onları gittikçe daha çok insan olarak görmeye başlamıştım. İnsanlara kavramların penceresinden değil, onların duygularının, korkularının, kanlarının penceresinden bakınca kimseyi öldüremeyeceğini anlıyorsun. Hele de bir başkası istiyor diye. Tam o sırada Naz’la tanıştık.O benim yanımda durabildiği için ben geçmişimin karşısında durup kendime yeni bir yol çizebildim. Bütün bunlar beni devrimci yapar değil mi?”

“Hasısın!” diyorum, gidip sarılıyorum Ron’a.

İnsanlar bakışınca koklaşınca değil konuşunca birbirlerini anlıyorlar. Bunu biliyorum ama hep yeniden yeniden anlıyorum, daha güçlü olarak. Öyleyse hep konuşabilmek gerek. Ama konuşulan ortam da önemli, insanların hazır olması kadar ortamların da hazır olması gerek. Ron’la bu konuşmayı çok önceden yapmış olmamız gerekirdi. Ben onlarla her birlikte oluşumda hep Naz’a İnci’ye yoğunlaştım. Ron, yalnızca Naz’ın seçtiği bir Amerika’lıydı. Vebalı der gibi.

Boya işimiz bitiyor. Kapıyı bacayı kapatıp tatile çıkıyoruz. Avustralya’nın ilk yerleşim günlerinden kalmış gibi duran, minicik bahçeleri rengarenk çiçeklerle bezeli minicik evleri olan kasabalarda yatıyor, Asya’lıların İtalyan’ların Grek’lerin lokantalarında balıklı sandviç, patates kızartması yiyor, bira içiyoruz. İnci martıları da besliyor. Selma abla ile Hüseyin abi kendilerini bu güzellikten, sevinçten mahrum ediyor.

Kasabalar arasında günler içinde su gibi akıyoruz. Bir gün, İnci arabada uykuya kalmış, Ron içecek almaya gitmişti, biz de okyanusun değişen renklerini izliyorduk ön koltuktan. Koyu mavi, koyu yeşil, hop gri! Sonra beyaza çalıyor… Derken şeritler atılıyor, mavi, yeşil şeritler.

“İşin en acısı”, dedi Naz “zaman tüm acıları dindiriyor, ama reddedilmiş bir evlat olmanın acısını gün geçtikçe çoğaltıyor.”

“Biliyorum!”

“Seni sen yapanlar seni yok sayarsa, gerçekten kime güvenebilirsin bir daha? Ben de çocuklarımı reddedebilir miyim bir gün diye düşünüyorum. Ne yapmaları gerekir?”

“Bilmiyorum!”

“Namus davasına kızlarını vuran ailelerden ne farkı var annemlerin şimdi? Onlar da beni yok etmeye çalışıyorlar. Kansız bir biçimde.Bazen çok çaresiz çok yalnız çok zavallı hissediyorum. Tüm dünyayla bağlarım kopmuş gibi. Mutlu olmak için her şeye sahibim ama beni onlara bağlayan bir şey yok.”

“İnci var. Ron var.”

“Ama Naz, bir insanın dalları kökleri olamaz ki! Tutunabilmek için, dallarıma su verebilmek, çiçek açabilmek için köklerimle beslenmeliyim.”

“Köklerin orada ve çok sağlam!” diyorum Naz’a ellerini sıkıca tutarak. “Onlar seni hala çok ama çok seviyorlar. Onların bağışlayamadıkları sen değilsin, kendileri, geçmişleri, bu zalim dünya. Bir gün göreceksin sana hazır hale gelmişler. Sen hala onların en güzel umudusun. Yaşamsın sen… Geleceksin. Bırak şimdilik acılarını, pişmanlıklarını çeksinler.”

Naz’dan ayrıldıktan çok sonra fark ediyorum. Gerçek köklerimiz yaşama arzumuz, sevme, güzellikler yaratma azmimiz.

Kökleri hep kendi içinden yeniden yeniden süren birer ağacız.