Tadımlık | Öykü
İstasyon Öyküleri
Zaman
Hava güneşli. Sonyaz güneşi ne de olsa, soğuk ısırıyor. Paltoma,
atkıma iyice sarınıyorum. Ayaklarımda eski kahverengi botlarım.
Boyaları iyice attı ama bu halleriyle de seviyorum. Sanki böyle
daha sıcak tutuyorlar. Bu yolları birlikte gidip geldik
yıllarca. Çok bezgin sabahlar çok yorgun akşamlar yaşadık.
Alıştık birbirimize. Öyle ya o da bana alışmıştır. Onu
giymediğim zamanlar, dolabın uzak köşesindeki kutusunda
sıkıntıyla bekliyordur kışın gelmesini.
Tren istasyonlarının her mevsimini her halini bilirim. Kış
sabahları, işe erken gittiğim günlerde henüz alacakaranlıkken,
sarı ışıkların altında tren beklemek bir düş gibidir. Her düş
ille de güzel olmaz. Sabahın alacasında sıcak yataktan iki
çocuğu, doyulmamış düşleri geride bırakıp çıkmanın neresi güzel?
Arabam bozuksa karanlıkta otobüs durağına yürürüm bazan.
Yataklarında uyuyan şanslı insanlar olduğunu düşünürüm. İnsan
hayata şanslı bir yerden başlamadıysa şans yalnızca bir sözcük
olarak kalıyor. Anlamı olmayan bir sözcük. şansa gerek duymamayı
da öğreniyor insan. Bulutlara, ışıldayan yıldızlara bakarak,
göğün derin, devingen mavisini içine çekmek çok güzel.
Sokaklardaki dinginliğe, dünyanın uyanışına tanık olmanın
ayrıcalığını duyumsamak, anlamı olmayan sözcüklerin de
pişmanlıkların da üstünü yumuşak bir örtü ile kapatıyor.
Sabahın altısında binilen otobüs çabucak varır istasyona. Henüz
öğrenciler, memurlar yollara dökülmemiştir. Sarı ışıkların
altında beklerim trenin gelişini. Kahve satan büfe yeni
açılmıştır, buram buram kokar. Kahveyi değil kokusunu severim.
Büfenin yanında durur bakarım kimler uyanık, kimler daha
ayılamamış, kimler istekle kalkmış, kimler yorgun, yenik duruyor
diye. Trenin, uzaktan sesini duyunca içim kıpırdar. Işıkları,
düdüğü ile sanki bir masaldan çıkmışcasına gelişi hoşuma gider.
Her gün trene binsem de, ilerdeki ağaçcıkların gizlediği
kıvrımdan öterek, tıkırdayarak çıkıp gelmesi beni hep şaşırtır,
mutlu eder. Sanki büyülü bir ülkeden geliyormuş, daha önce hiç
gitmediğim bir yere, hiç bir sorumluluğumun olmayacağı bir masal
ülkesine götürecekmiş beni gibi. Ama doğrusu bu istasyondaki
kalabalık ile masal ülkelerine falan gitmem, en fazla şehre
inerim onlarla. İnsan büyülü bir yerlere gidecekse sevdikleriyle
gitmeli, çocukları eteklerinin altında olmalı.
Eğer trene binmem gerekmeseydi, tren raylarının ağaçlar, evler
arasından akıp gidişini izleme, düşüncelerimi, pişmanlıklarımı
rayların akışına salma olanağım olmasaydı, başka çeşit
mutluluklar bulurdum elbet, ama zorlanırdım.
Çoğu kez pencere yanında bir koltuk bulurum. Pencere yanları bir
saltanat tadı verir. Göğün ağarışını, sokakların uyanışını,
evlerin apayrı kişiliklerde insanlar gibi dizilişini izleyebilir
insan, kayıtsızca, hiç bir beklentinin ağırlığını taşımadan. Bir
tür uyuma halidir bu da. Henüz hava aydınlanmamıştır, trenin
ışıkları yanıyordur, kendi yüzümü de izlerim camda, ona da
kayıtsız, beklentisiz bakarım. Bir dudak boyası sürecek zamanım
olduysa, sevimli bulurum onu. İnsanın kendi yüzüne dostluk
duyması gerekir, gününe dostluk duyması için. Sonunda tanıdık
bir yüzdür işte, yüzlerce yabancı yüz arasında tanıdık bir yüz.
Güzel bir düşten uyanmışsam o düşü yaşatırım içimde yine. Sabah
duştan sonra sürülen güzel koku gibi siner bazan düşler insanın
tenine, gitmez. Özlem ve hüzün karışımı bir kokudur bu. Karşımda
oturanlara bakarım. Bakmamam gerekir diye düşünürüm. Ama
insanlar bakılmak için değilse ya da bakılma olasılığını göze
aldıkları için değilse niye böyle süslenirler. Üstelik böyle
anlatımsız, gergin, kasılı duruşlarına bakılırsa demek ki herkes
birbirini kolluyor. Demek ki onlara bakabilirim.
Bazan gördüklerimi yazarım. Otobüs durağında karanlıkta ürküp
selam vermediğim adamın bir kolu sakat, geriye doğru yamulmuş,
tüm bedeni bir yana eğik duruyor. O da insanlara bakıyor. Arada
bana da bakıyor. Pişmanlıklarıma, beni hem güçlü kılan hem de
içten içe çökerten sorumluluk duyguları çeşnime bir yenisi
ekleniyor hemen. Bu adama selam vermen gerekirdi, sabah sabah
onu yok yerine koymamalıydın.Defterime not ederim bunu hemen.
Adamın nasıl göründüğünü, ne giydiğini, çevresine attığı kaçamak
bakışları... O sakat, başkası değil ama hep ürkek ürkek
bakıyoruz birbirimize.
İki sıra ileride karşı koltukta makyaj yapan kadını da yazarım.
Allık, dudak boyası, göz kalemi, kirpik boyası... Hepsini
tamamladı. Soluk bir yüzden renkli canlı bir yüze geçti. Daha
güzel olmadı. Güzel bir kadın olsaydı belki daha güzel
görünürdü, ya da güzel olsaydı makyaj yapmazdı. Ne bileyim ben.
Makyaj yapan kadınların içlerinde bir tür ressam taşıdıklarını
düşünmüşümdür ama insanın hep aynı resmi boyaması biraz sıkıcı.
Belki de içlerinde çirkin bir kadın taşıyorlar.
Bir sabah da başka bir hanım tırnaklarını boyamıştı. Tüm dikkati
parmaklarına dönük, başka herşeye iyice kayıtsız, başka herkes
de ona... Görünüşte hiç değilse. Niye olmasın diye yazarım
defterime. Yüzlerce kişinin yanında, tırnaklarını boyaması ne
kadar tuhaf görünse de, niye bunu herkesin yanında yapmaktan
çekinmesi gereksin ki! Bilmiyorum. Yanıt vermem gerekmiyor
zaten. Olan bitenler bunlar. Ben yazıyorum.
İnsan ilişkilerinin temellerini oluşturan kurallardan hangileri
sorgulanmalı, hangileri sorgulanamaz hiç bir fikrim yok. Ben
hepsini sorguluyorum ama bir sonuca varmak istediğimden değil.
Yanıt arayışının kendisi bile büyük ölçüde özgürleştirici zaten.
Tren şehre gelince başlar boşalmaya. Tünel içindeki üç durakta
iner yolcuların çoğu. Mavi koltuklarda kimseler kalmaz. Tünelin
karanlığında ayna gibidir camlar. Kendime bakarım yine. Benim
yüzümdür, hem de değildir, başka bir boyuttan bakıyordur bana,
başka bir zamandan. Ele geçirilemez, böylelikle de daha iyi,
daha güçlü, daha kendim olduğum bir zamandan. İnsan nasıl camın
içindeki kendi olabilir? Korkunun, bağların olmadığı, yaşamın
anlamını kendi içindeki derinliklerde yaşıyormuş gibi görünen o
penceredeki kendine nasıl dönüşür?
Son duraktan önce koltuklarda tek tük yolcu kalmıştır. Daha
rahat daha güvenli görünür herkes. Bazan Flindersdan önce beş
dakika kadar tünelde bekler tren. Koltuklara hafifçe gömülür
yolcular. Zaman durmuş gibi gelir bana. Yabancı güçler
tarafından durdurulmuş. Yetişmem gereken toplantının zamanı da
durdu. İstasyondaki saatler de. Defterimi kalemimi çantama
koyarım. Hiç bir yere yetişmem gerekmiyor artık, treni dış
güçler durdurdu, toplantı bensiz başlasın. Gözlerimi yumarım.
Kendini ya da yaşamını nasıl değiştirir insan? Gözü kara olmak,
bir karar alıp uygulamak gerekir, burası kesin. O kararı bilmek,
ona varmak gerekir önce. Zor olan bu. Yıllar geçtikçe insan daha
yorgun daha isteksiz oluyor, hem o alışılmış güne başlamaya, hem
de onu değiştirmeye.
Tren homurdanır biraz, gözlerimi açarım. Zaman durmuş olabilir
ama yeniden başlayacak. Gerçekte zaman durmaz, bu tünel bir kara
delik değil. Bu tünelde durmaması da çok iyi ayrıca. Burada
oturakalmaktansa, istasyonda inip, hep kalabalık olan yürüyen
merdivenlere değil, taş merdivenlere atılıp, tramvaya koşturup,
toplantıya yetişmeyi yeğlerim.
Zamanın geçmesi güzel. Akşamın olması, yıldızların ışıldaması,
çocukların büyümesi...