Tadımlık | Öykü


Dolunayın Bir Günü

Menzil


Kumsalı çevreleyen ağaçlarla kaplı tepeden inerken o olduğunu anladım. Mavi mayosu, ince bacakları, kuğu gibi ince boynu… Suya fazla yaklaşmadan merdivenle dalgalar arasında bir yere çantasını koyup, havlusunu serdi, şortunu çıkarttı. Oturuşunu izledim. Sonra yanına gittim.

“Merhaba!”

“Merhaba!” dedi şaşkın bir bakışla.

“Ben Poyraz’ın annesiyim.”

“Aa! Merhaba. Ben de seninle tanışmak istiyordum.”

Yanına oturuyorum, havlusuna değil kumların üstüne.

“Poyraz’la Kolya birlikte oynarken çok güzel anlaşıyorlar. Poyraz evde hep Kolya’yı anlatıyor. Bazen parka çıktığımızda da karşılaşıyoruz. Annen getiriyor. Burada tanışmamız ne şans!”

“Annem de hep söz ediyordu?”

“Nerede kalıyorsunuz?”

“Ön sırada bir oda tuttuk. Okyanusa bakıyor. Çok güzel. Burada karşılaşmamıza inanamıyorum. Biz ilk kez geliyoruz. Sen daha önce geldin mi?”

“Ben de ilk geliyorum. Arkadaşlar çok tavsiye ettiler. Okyanus çok güzel. Geçen sene gelen arkadaşlar balina görmüşler. Bir kere de yunuslar gelmiş. Rusya’nın neresindensin?”

“Sibirya’dan.”

“O zaman Melbourne soğuk gelmiyordur.”

“Kışın soğuk geliyor. Soğuğu da rüzgarı da hiç sevmem.”

“Ben de.” diyorum dalgalara bakarak. Onunla iyi anlaşacağımızı soğuğu sevmemesinden anlıyorum. Soğuğu seven, yapılı, sağlam, gösterişli, uyanık, her zaman diri, her zaman dünyaya açık bir kadın değilim.

Çok ölçülü, uzak bir havası var. Tipik bir Rus kızı. Duruşu kolay güvenmem, kolay kanım kaynamaz diyor. Ruhumu göremezsin de diyor ama ben görüyorum. Yüzü saydammış gibi… Mayosu yokmuş gibi… Ta yüreğine kadar görüyorum.

Bir süre ikimiz de dalgalara bakarak oturuyoruz. Havlusuna uzanıp güneşlenmiyor, konuşmuyor da. Yan yana oturmuş dalgalara bakıyoruz. Gri göğün altında biriken kara bulutlara, yükselen suya, birbirlerine kum atan çocuklarımıza, onlara gözeten annesine…

“Bir grup var, bir Türk derneğinden. Akşam kamp ateşi yakacaklarmış. Gelmek ister misin?”

“Kaçta başlayacaklar?”

“Bilmiyorum. Yaktıkları zaman görürüz. Çok güzel kırmızı şarabım var. Sever misin?”

“Beyaz şarabım var. Kırmızıyı da seviyorum ama içemiyorum mideme dokunuyor. Sen gideceksen gelirim ama kimseyi tanımıyorum. Zaten Türkçe bilmem. Onlar da aralarında İngilizce konuşmazlar. Sıkılırım herhalde.”

“Ben de içlerinden bir iki kişi tanıyorum yalnızca. Yine de güzel olacak gibi geliyor. Biri gitar çalacakmış. Yıldızların altında, dalgaların sesine eşlik eden bir gitar sesiyle, şarap içmek…”

“Yıldızları bilmem…” diyor Olga bulutlara bakarak. Gülümsüyor sonra. “Ama gelirim. İstersen birlikte yemek yiyelim önce. Biz bir sürü şey getirmişiz. Bitiremiyoruz. Annem fazla şey hazırlamış.”

“Çok sevinirim. Bende de bir şeyler var. Birleştiririz.”

Sonra bir daha konuşmuyoruz. Ben kumlara uzanınca, havluda yer var diyor. Ama saçım başım çoktan kum içinde. Yattığım yerde kalıyorum. O havlusuna uzanıyor.

Sular ayaklarımızın dibine dek yükseliyor. Çocuklar yoruluyor, çekilmez bir biçimde her yana kum savurmaya, su atmaya, bağırmaya başlıyorlar. Toparlanıyoruz.

Akşam içmeye erken başlıyoruz. Yemekten biraz önce birer kadeh şarap bitiyor. Yemekle birlikte ilk şişeyi bitiriyoruz. Öyle tatlılaşıyor ki Olga, öyle konuşken, şakacı bir kız oluyor ki… Yanakları kızarıyor, gözleri parlıyor. İkinci şişeyi peynir tabağındak çeşitli peynirlerle bitiriyoruz. Kumsaldan yükselen dumanı gördüğümüzde üçüncü şişeyi ve kadehlerimizi alıp iniyoruz aşağıya. Olga’nın annesi çocukları yatağa sokup bir de video koyuyor onlara. Aklım geride kalmıyor. Olga’nın annesine kendi annem gibi güveniyorum.

Kumsalda kalın tomrukları yuvarlamışlar ateşin çevresine. Kimi üzerine oturmuş, kimi sırtını dayamış. İki tomruğun birleşemediği bir köşede kumların üstüne bağdaş kuruyoruz. İri yarı bir kadın, yüzünde yalımların gölgesi, gözleri kapalı parmakları gitarın telleri üzerinde geziniyor. Biz dumanı geç görmüşüz. Onlar muhabbete başlayalı iki saat olmuş. İyice havaya girmişler. Konuşacaklarını konuşmuşlar, şimdi kendilerini gitara vermişler. Biz kendimizi gitara veremiyoruz. Olga kıkırdayıp duruyor. Bakışlar bize çevriliyor. Olga’yı dürtüyorum.

“şişt sus!”

“Bu saatte kim klasik gitar çalar kim dinler! Bunlar kaçık!”

Ben de kıkırdamaya başlıyorum. Kaçıklar evet. Gecenin bir yarısı olmuş. Baksan hepsi otuzlu kırklı yaşlarında kadınlar adamlar… Ciddi, olgun, dalgın, hüzünlü… Oturmuşlar, şaraplarını rakılarını içip konuşkan, tombul bir kadının kendinden geçmiş yüzüne bakıp gitarında dolaşan parmaklarını hayranlıkla seyrediyorlar.

“Bütün Türkler böyle ciddi mi oluyor?” Yine kıkırdıyor.

Doğrusu düşünmemiştim. Evet biz ciddi bir milletiz. her şeyi ciddiye alırız. Her an vatan kurtarmaya hazırızdır. Politika tartışırken, dinden konuşurken doyamayız konuşmaya, ama şaka yapıp kendimizi koy vererek gülemeyiz. Kendimizi hiç kaybetmeyiz. Kederi severiz. Kendimizden geçerek hüzünleniriz. Ve birbirimize çok benzeriz. Oynarken bile birbirimize benzeriz. Konuşurken el kol hareketlerimiz benzer. Yalnızca kendine benzeyenimiz yoktur. Aramızda aşıklar var mı bilmeyiz. Aşıklarsa da aynı odada kalamazlar. Sevişmek tehlikeli, ayıp, yasak, günahtır. Evliler bile uzak oturur. Ya da en fazla koca karısının omzuna elini koyar. Hep “hop aile var!” ruhu taşırız. Başkalarının yanında öpüşmez, koklaşamayız. Taşkınlıkları, taşkınlık yapanları bağışlamayız. Zaten taşkınlık yapanlarımız da öyle taşarlar ki her yere sıvaşırlar.

“Bunlar Rus olsaydı çoktan hepsi sarhoştu. Böyle efendice içip şarkı dinlemek Ruslarla asla olası değildir. Onlar hemen sarhoş olup bağırmaya başlarlar.”

Peki! Bu durumda Rus olmadığımıza çok sevindim. Aslında İngiliz olmadığımız için de çok sevinçliyim. Kimse kurumuş bir ağaç gibi yalnızlık içinde değil. Birlikte olmanın, uzakta kalmış kederli bir ülkeye, düşlerle, düş kırıklıkları ile dopdolu bir geçmişe hep birlikte ait olmanın sıcaklığını duyumsuyorlar. Kimsenin bilincinde insansız, sevgisiz, şefkatsiz, gürültü patırtısız geçmiş, boş zaman dilimlerinden oluşan anılar yok. şaraptan, rakıdan, ateşten değil, bulutların sakladığı yıldızların altında küçük, sahipsiz, özlem dolu olmaktan da değil, şu gitardan hiç değil, koptukları o muhteşem geçmişin hüznüyle böyle durgunlar… Biraz önce türküler söylemişler. Hüzün üstlerinden buhar gibi çıkıyor. Bu buharın dışında oturmak zorunda kaldığımız için çok iyi görebiliyoruz.

Önde oturan orta yaşlarda ama hala delikanlı havalı güzel bir adam var. Olga onu gösteriyor.

“Çok duygusal çok utangaç bir adam bak ne güzel saçları var. Aşık mıdır sence?”

Onu tanıyorum. Aşık mı değil mi bilmem ama aşktan söz etmeyi seviyor. Yollardan, yolculuklardan bir de. Aslında aşkla yol arasında bir benzerlik kurmak olası. Yani, yeni bir yere umutla yola çıkıyorsun. Umut da bir şey umudu değil. Ne istediğini bilmeme durumu aslında. Hiç bulamama umudu ya da. Bulamayarak hep heyecan içinde kalma umudu. Heyecan! Yaşamdan, günden heyecan duymak gerek. İnsanı yaşama bağlayan ne sevgi ne huzur ne inanç ne korku hiç bir şey değil. Heyecan! Heyecanın ne olduğunu bilmiyorum. Olga’ya sorsam bilir mi?

İnsan ne arıyor olabilir ki? Hep heyecan içinde. Olsa olsa hiçbir şey bulmamayı istiyor olabilir. Öyle bir yere gitmeliyim, öyle güzel öyle farklı öyle değişken olmalı ki, beni hep çevresinde ama dışında tutmalı! İşte aşkın tanımı. Çemberden içeri girip de rahatlayınca, gizem ortadan yok olup gidince insan gevşiyor, göbeği yağ bağlıyor, içi güven doluyor buna da yani yağlı göbek durumuna sevgi deniyor. Çok da güzel oluyor. Ama aşk bitiyor. Sonra… Biri çıkmaya çalışıyor çemberden. Hiç varamayacağı bir menzile doğru yola düşmek istiyor.

Olga’ya bakıyorum. Hiç varılamayacak bir menzile benziyor. Evet işte aşık olunacak, hep aşık kalınacak bir kadın. Sürekli bir menzil!

Gitar çalan kadın konuşmaya başlamış artık çalmıyor.

“Bu ne anlatıyor?”

“Kocasıyla nasıl tanıştığını anlatıyor.” Ballandıra ballandıra. Kocasıyla nasıl tanıştığını anlatmaya çocukluğundan başladı. Bu çok önemli.

“Gitarla nasıl tanışmış, ders almaya nasıl başlamış, yoksulluk içindeyken dolmuşla yağmur çamur demeden ders almaya nasıl gitmiş…” Bunların hepsi onu kocasına götüren uzun ince yolun kilometre taşları.

“Daha çıkmaya başladıklarında kocası korkmaya başlamış babasından. Bir de buzdolabı hikayesi var.”

Evliliklerine giden dar kıvrımlı yolda bu dolabın bir yeri var. Olga’ya her şeyi çevirmek zorunda kaldığımdan bazı şeyleri anlamıyorum. Asında içim bayıldı bu menzile tam ortasından saplanan, saplı kalan yol hikayesini dinlemekten.

“Galiba babanın gözüne girmek için o zamanlar henüz hem ince yapılı hem utangaç olan damat adayı yeni buzdolabını mutfağa üç kat merdivenden sırtında çıkarmak zorunda kalmış. Pişman olmuş galiba adamın gözüne girememiş yine de bu konuşkan kızı istemiş ki, evlenmişler. “

Olga’nın da için bayıldı. Nereden baksan yaşını başını almış elli kişilik bir gruba, bir gece yarısı, içip coşma, kıpır kıpır yaşama olanağı varken böyle bir aşk hikayesi, böyle ballandıra ballandıra anlatılıyor ya üstelik anlatan da bu aşk hikayesinin sahibi ya niye anlatıyor niye dinliyorlar anlamıyoruz.

“Toplu bir boş bulunma anı!”

“Kız aynı zamanda tiyatrocu mu?”

“Yok bilgisayar proğramcısıymış!”

Gözleri şaşkınlıktan daha bir açılıyor. “Ben sarhoş oldum galiba.”

“Hayat sarhoş ediyor! şarap bahane.” Sarhoşken ben de bayağı döktürüyorum.

İnsaf! Gecenin üçü, kendi geceniz yok mu sizin, kendi aşklarınız, kendi aşk hikayeleriniz? Kendi menziliniz yok mu! Bırakın şu kadını kendi haline! Bu kadar ballandırılarak anlatılan hiçbir hikayede iş yoktur. Güzel olan şeyler yalnızca yaşanır. Aşk da anlatılmaz. Yaşanır.

İnsan aşk üzerine ne yazmak istese ne kadar yazdım sansa, aşk yüreğe dolunca yazdıklarından utanır.

Aşk… hele dinlemeye hiç gelmez.

Kadın kısa bir mola verdi. Henüz nişan gecesi bitmedi ama Rodrigo’dan bir şeyler çalıyor. Niye Rodrigo’ya başladığını anlayamadım. Yanımdakini dürtüp sordum.

“İstek üzerine çalıyormuş.”

“Dinlememiz gerekiyor mu??” diye bağırarak soruyor Olga. Bütün kafalar bize dönüyor. Hüzünlü, dalgın gözler.

Kalkıyoruz. Olga kıkırdıyor. Ateş çevresindeki yitik kuşağa isyan eder gibi. Onu kalabalığa karşı yalnız bırakmak istemediğim için ben de kıkırdıyorum.

“Sarhoş bir Rus işte!” diyorum onu göstererek. Omzuma küçük bir yumruk atıyor. Dalgalara doğru yürüyoruz.

Üçüncü şişeyi bitiremedik. İkimiz de ip gibi inceyiz. İki şişe canımıza okudu. Suyun kumsalla buluştuğu değişken, ıslak, serin, karanlık çizgiye iniyoruz. Körfezin diğer kıyısında ipe dizili ışıklar… Dışarıdaki dünyada daha ne çok yaşamın olduğunu hatırlatıyor. Dünyanın bu kadar dolu, bu kadar kalabalık olması… Yaşadığımız şehirlerin karmaşıklığı, insanın ruhuna kara bir bulut gibi çöküyor. Daha az insan daha az araba daha az ışık olsa her şey daha inandırıcı olacaktı. O zaman hayat daha gerçek olacaktı. Milyarlarca yıldızın ağırlığı omuzlarımızda, milyarlarca insanın korkuları tenimizde, milyarlarca kum tanesi ayaklarımızın altında, çok kalabalık çok büyük yaşam…

Birden her şey anlamını yitiriyor. Çok kısa ama çok deli bir an. Bir noktadan sonsuz derinlikte bir deliğe düşmek gibi. Midem bulanıyor. Başım dönüyor. Gözlerim kapanıyor. Sonra birden her şey yine anlam kazanıyor. Aşığım. Tam bir deli. Onu hiç anlamıyorum. Ne yaklaşıyor ne uzaklaşmama izin veriyor. Öyle alıştım ki onu özleyerek, ondan sık sık öfkeyle koparak ve o kadar sık, umarsızca ona dönerek yaşamaya… İçimde gözlerini hissediyorum. O bakışlarına, o bakışları içimde duyumsamaya bir anlam veremiyorum. Ama içime dolduğunda başka her şeyin bir anlamı oluyor. Milyarlarca şeyden biri olmuyorum. Belli bir şey, çok özel, çok kendine özgü, çok kendine ait bir şey oluyorum.

Olga’nın bir eli cebinde. Diğerinde kadehlerimizi tutuyor. Biraz sallanıyor. Çok zarif bir sallanma. Sarhoş bir kadın bu kadar zarif olabilir. İddia ediyorum. Olabilir! Hala gururlu, güzel. Ben bir elimde yarım şarap şişesini tutuyorum. Bana yakıştığını düşünüyorum. Yarısı dolu bir şişe elime çok yakışıyor, ruhuma da.

Bu çok büyük, çok kalabalık, çok korkutucu evrende ben olmak, bir anne olmak, bir aşkı içimde taşımak yağmur yüklü karanlık bir gecenin içinde, hiçbir zaman bilemeyeceğim yıldızların ışığını düşleyerek dalgaların sesini dinlemek, midemin bulanması, Olga’ya her şeyi söyleyebileceğimi bilmek başımı döndürüyor.

Bulutların gümüşten parıltısı saçlarımızda, okyanusun iyot kokusu tenimizde, hiç kıkırdamadan, hiç konuşmadan yavaş adımlarla otele dönüyoruz. O Kolya’nın koynuna giriyor ben Poyraz’ın. Yatak, duvarlar, küçük bedenlerimiz, çocuk ruhlarımız bir girdabın içinde dönerken uyuyoruz.

Ocak 2006 Melbourne